İrili ufaklı dağlarla büklümlenen yolu izliyordum. Doğunun ezgileriyle dalgalanıyor, arada bir yel ile vuran sıcak toprağın kokusunu içime çekiyordum. Arka koltukta gözlerini dinlendireceğini söyleyen amcamın homurtusuyla silkindim, yol klibim son buldu.
“Amcam da iyi uyuyor ha! Şehirlerarasında gözümü bile kırpmam yeğenim, diyordu.”
“Geçen bayram daha Kırıkkale’ye gelmeden horlamaya başlamıştı.”
İbrahim iyi şofördü. Ben de göz kapaklarıma oturan öküze teslim olmak üzereydim. Artık Akdağmadeni’ni ayıran, bir tarafında sıralı uzun ağaçların bekçilik yaptığı, diğer tarafında insan eliyle şekil verilmiş gibi duran kayaların selamladığı asfalttan çıkmıştık. Bu dağlar kömürdendir, geçen gün ömürdendir, feleğin bir kuşu var pençesi demirdendir sözlerinin arasında bir kuşun kanadı kadar hafifledim.
“Kalk yeğenim, ohoo bu da yol boyu uyudu. Ne ağır adammışsın yav!”
Amcamın dürtmesiyle Yağdonduran’ın soğuğu yakama yapıştı. Abes değil ya, yazın günü bile kolay kolay burada mola verilmezdi. Yolcuların sesi kesilince İbrahim’in ayılma tercihi isabetliydi. Benzinlikten kahvelerimizi alıp arabaya döndük. Cinsimizin belirgin ayak kokusunu bardaktaki sıcak rayiha ancak bastırabildi.
Amcam kendini köylünün ağası sanırdı. Şuna bunu ettim, berikine akıl verdimlerle başlattığı sohbeti Hekimhan’a kadar devam ettirdi. Hasan Çelebi’de geleneksel olduğu üzere birkaç öteberiyle birlikte biralarımızı alıp sabah ışığında köyün yoluna girdik. Soğuk bira şekerini yükselttiğinden mi ağalık havasından mı amcam sessizleşti. İbrahim de radyonun sesini yükseltti. Kapın kapıma yakın Lemişo, yel vurur gelir kokun Lemişo, yârim sana göz değer Lemişo, geyme halaylı takım Lemişo … Bir elinde şişe diğer eliyle hayali bir mendili sallayarak rahatça devam etti. İstikameti öyle ezbere biliyordu ki direksiyonu diziyle hareket ettiriyordu.
Baharın nemiyle iyice ağırlaşan mayıs kokusunu unutmuşum demek, burnum ezildi. Arabanın kapısını açar açmaz “hoş geldiniz, niye geldiniz, avradın nasıl” diye karşılandık. Mesaim başladı, yandık ki ne yandık. İbrahim’le amcam gelen gidene izahat verirken merdivenleri üçer beşer çıkıp sofaya serildim. Ne gömleğimin ütüsü ne terden bacağıma yapışmış pantolonum umurumda. Yarım saat kestirsem yeter. Çok şey istedim ki anında eve doluşan misafirlerle kendimi bir çayın başında bir bulaşığın içinde buldum. Elimi yüzümü yıkamaya fırsatım olmadı. Kadınların çoğu toplanıp başka bir köye geziye gitmişler. Annemin teyze kızını görür görmez çaydanlığı eline tutuşturdum. Pek genç sayılmasa da sabahtan beri diğer yaşlıların ve erkeklerin içinde işi yıkabileceğim bir tek o geldi, ben de hemen arkadaki tandırlığa kaçtım. Ooo tüm gençler oturmuş kâğıt oynuyorlar. Hepsi de İbrahim’le benden küçük. Beni gören birkaçı tek sorun sigaraymış gibi ellerindekileri fırlatıp dumanı savuşturdular. İki kişiyi çay servisine gönderdim. İbrahim de balkondaki servisten kurtulmuş, geldi. Yüzündeki her organ neredeyse yere yığılacaktı. Kalanları savuşturması için işmar edip yanmayan ocağın başına çöreklendim. Yarısı külün içinde kalmış demir çubukla sacın altını karıştırdım, altı da üstü de aynı.
“Bu ne ya, iyi ki iş yokken gelip tatil yapalım dedik.”
“Annemi ikna edebilseydim keşke. Sen niye söylemedin halama ki gelsin?”
“Çok yoruluyorum diyor.”
Haklılardı. Onlar olsa şimdi bu tandır yakılmış, odadan demir sürgülü kapıya kadar en az altı yedi kadın ekmek açıyor olurdu. Amcam dışarıdan seslendi, “Yeğen yemeği de gölde yiyelim.”
Oh, en azından mangalı İbrahim hallederken ben de çimlere uzanır, dinlenirim biraz. Aksi olacak ya yan komşumuz Kör Ferik, yaylaya çıkın, görmeden gitmeyin, telkinlerinde bulunmuş. Amcamın da canına minnet. En önden koştu traktöre.
“İbrahaam, gel şu römorku bağlayalım yeğen.”
O da yardıma gitti. Ne götürülecek ne yenip içilecek düşünen yok. Söylenmenin boşa nefes tüketmek olduğunu çocukluktan beri kılavuz edindiğimden sessizce işe koyuldum. Hasan Çelebi’den aldığımız sebzeleri yıkadım. Çayı, şekeri, bardakları, yufka ekmeği plastik leğenin içine oturttum. Etlerin altına, üstüne buzları yerleştirdim. Eksik yoktur herhalde. Annem olsaydı çoktan çıkını hazırlamıştı. Ah ki ne ah… Zaten el yanında çalışıyorlar. Çorabını bile kendi dikiyormuş amcan, dayın da yemeğini kendi yapıyormuş dışarıdan hiç yemezmiş. Ben varken elleme ki kendilerini er görsünler, derdi. Yine de bazı akşamlar kafasına eser, bulaşık da yıkatırdı, çay da koydururdu. Ama burada o kadın gider yerine köle Isaura gelirdi. Niye amcalarıma, dayılarıma bu kadar yüz veriyorsun, her işlerini görüyorsun yine de dönüp teşekkür etmiyorlar bile. Yayla demeyip bahçe demeyip geziyorlar, diye kızardım. Orası şehir oğlum, onlar buranın erleri. Haa, esip gürlemelerine bakma, bir şişşt desem pısarlar da dedim ya köy yeri işte, der her seferinde lafı ağzıma tıkardı. Başka şehirlerde tek başlarına lojmanlarda birey olabilen adamlar köyde tilki gibi birbirinin ardına dolanıp aynı türküyü söylüyorlar; su getirin hele, yemek yapın bize, yenge benim gömleğim nerede, ana su sıcak mı, kız botlarımı nereye koydun… Yabandakilerin önüne kilim olup burada er uykusuna yatıyorlardı.
“Yusuf hadi ne yaptın, avrat gibi hazırlanıp da çıkamıyor bir türlü bu çocuk!”
“Ne yapayım amca, ot mu geveleyeceğiz yaylada, yemeklikleri hazırladım.”
“Keşke Elif de gelseydi. Uğraşmazdın şimdi.”
Ne yapsın gelip de sizin derdinizi mi çeksin desem uzatır durur. Şimdi o olsaydı küplere binerdi. Üç gün bir çocuğa bakamazlar, köyü yakarlar. Cenneti cehennem ediyorlar kadınlara, ben onlara uyamam diye başlar, sabaha kadar söylenirdi. Yine de herkesin işini yapardı, sessizken köyü de severdi, yalan değil. Annem o çabalarken arkasından bakar, gelinler kaynana toprağından yoğrulur, derdi.
Sayım başından bastonuna dayanarak gelen yaşlı bir ebe amcama doğru bağırdı, “elleşme yiğidime!”
“Yoook, babayiğitliğine bakma heç, şehrin suyunu çok içmiş.”
Amcamı eliyle öteleyen ebe bana döndü, “Neydiğin gurbanım iyi misin?”
“İyiyim ebe, sen neydiğin?”
“İyi iyi, bacom neydiği?”
Amcam kolumu çekip “seni bacısının oğlu sandı. Haydin acıktık. Binin de gidelim.” dedi.
Römorka atlayıp sıkıca tutundum. Amcam kayısı için kullandığımız çadırlardan birinin üzerine göbeğini yaydı. Motorun sesinde yitip giden gürültüsü olmadığında uyuyuşu bebeklerinkine benziyordu. Bütün ihtiyaçları için en az bir kadına muhtaç olan minik canlılara. Yüzüne konan sineği, çatık kaşıyla def edebilecekmiş gibi suratını astı, tüm masumiyeti dağıldı. Kafamı ondan kaldırıp karşıya çevirdim. Yamadağı’nın rüzgârı yanımızda akan ince, duru kar sularının doldurduğu derenin, toprağı delmiş nergislerin kokusunu taşıyordu. Güzeldi. Hele ki bebekler uyurken. Bahçe işi başlamamışken. Annem, teyzem, eşim tertermiz çarşaflarımızı serip yemeğimizi, çayımızı önümüze koyarken daha da güzel olurdu. Ankara’da herkes ortaktır ev işine. Ama köyün girişinde büyükten küçüğe her bir erkeğe erlik rütbesi verilir ve bilinen unutulurdu. Şehirde yıkadığımız kirli çamaşırı burada eşi söylemeden üstünden çıkaran olmazdı. Elif’in gazabından korkarım ben, bu yüzden rütbeyi reddeden tek erkek olabilirim. Kalabalık meclislerde ötekilere uysam da erler uykudayken kadınlara yardım ederim.
Yemyeşil yaylalara yaklaştıkça havanın bereketi ciğerime doldu. Bütün yorgunluğum uçtu, gitti. Yaylacılara selam verip tırmanmaya devam ettik. Traktör taşların üzerinde sekiyor, her seferinde amcam gözü kapalı küfürler savuruyordu. Zirveye yakın, sulu bir oyukta durup nevalemizi serdik. Karşımızda ilahi denecek kadar güzel dokunmuş manzara sarhoş ediyordu. Tepede erimemiş karı, eteğinde gelincikleri, mor nergisleri, ters laleleriyle Yama, telli duvaklı bir gelin veyahut sekseninde elleri kınalı bir ebe. Şimdi Elif olsa… “bu eril güzellemelerini hiç yakıştıramadım”, derdi.
Rakının üstüne salatayı kaşıklıyordum ki amcam da doyma hissini uykuya verdi. Biraz tedirgin, “Böyle uyuyor ya üç kadehi peş peşe yuvarladı. Bir şey olmasa bari.” dedim.
“Yok, o artık biliyor kendini. Şekeri biraz yükselince beş dakika uyuyor, kalkıp yine içiyor.”
İbrahim kavak ağacı gibi yanıma devrildi. Türkü söylemeye başladı. O söyledikçe bardağım boşaldı, doldu, boşaldı. Bulutları şekillendirip türküye uydurdum. Üçüncü parçadan sonra sessizleşti. Şoförün de pili bitti, sıra bana yine gelmedi. Kimse gelip geçmez, geçse de ses etmez. Ama yine de ne olur olmaz tavşan uykusuna yattım. Çayırlar ıslık çalıyordu. Dağın eteğinden bulunduğumuz düzlüğe kadar gelen sudaki kurbağaların oynaşma sesleri duyuluyordu. Gelirken selamladığımız yaylacıların sürü çıngırakları orkestraya katıldı. Parmak uçlarımla yeni boy vermiş bir karahindibanın sarı yapraklarını sevdim, pürüzsüz, düzenli öbekler halindeydi. Biraz ötemizdeki köstebek çukurundan bir baş uzandı, geri kaçtı. Yeniden çıksa da fotoğrafını çekebilsem.
İki saat geçmiş, güneş tepemize yükselmiş. Amcam doğruldu.
“Hoooo!” diye gerindi. Sırtını arkaya eğdi.
“Hoooo…”
“Kim ulan o!”
“Kim ulan o…”
Hiddetle ayaklandı. Tombul elini yumruk yapıp diğerinin avucuna vurdu.
“Kimsin?”
“Kimsin…”
Ne yapıyor bu şimdi, rüya mı görüyor acaba?
“Ulan gelirsem yanına!”
“Gelirsem yanına…”
Amcam kalktığı yere geri çöktü. Telaşından elini cebine sokup da telefonu çıkaramadığı belliydi.
“Amca iyi misin?”
“Kaldır İbrahim’i de! Er olacaksınız hele, böyle uyunur mu! Adinin biri karşıdan dalga geçiyor bizimle.”
“Ne adisi amca, kimse yok.”
“Olur mu, ayağa kalktım da korktu. Yoksa bağıra bağıra geliyordu. Jandarmayı arayım da görsün gününü.”
“Kim geliyordu amca?”
“Kimsin diyor, duymadın mı? Ben olmasam sizi soyup soğana çevirirler. Hey gidiii…”
Amcamın hali bütün vücudumu esir almıştı, iki büklüm oldum. Gülmekten gözlerim kırış kırış, yaşlar iki yandan dökülüyordu. Yanaklarımın gerginliğiyle kaslarım sızlamaya başladı. Zar zor yürüyerek İbrahim’i uyandırdım.
“Kalk kalk… amcam…”
“Ne oldu amcama?”
Zavallı, uyku mahmurluğuyla şaşkın şaşkın amcama bakıyordu.
“Amcam kendisiyle kavga ediyor.” diyebildim. Sözümü tamamlayabilseydim… Amcam yüzünü dağa çevirmiş, veriyor küfürün gözüne. İbrahim anlamaz anlamaz oturdu, kadehinden bir yudum aldı.
“Uyandı sandım. Hoo diye bağırınca dağdan yankı…Kendi yankısıyla… kendi sesi… kavga…”
İbrahim ağzındaki rakıyı püskürtüp çimenlere yuvarlandı. Amcam da olanı yeni kavramış belli ki bozguna uğramıştı. Yiğitliği de elden bırakmadan, “Yok yeğenim rüyamda tilkiyle kapışıyordum. Soyka, konuşan tilkiymiş hem de.” diye bağırdı.
“…tilkiymiş hem de…”