Sokağın her köşesi beyaz bir cümbüş içerisindeydi. Ağaçlar gelin gibi süslenmişti. Arada esen rüzgârın etkisiyle ağaçlar birbirinin üstüne eğilip birikintileri bir diğerinin üzerine bırakırken uçuşan taneler kutlamalarda patlatılan konfetileri andırıyordu. Hava ise en az onun bakışları kadar soğuk ve dondurucuydu. Bu soğuk havaya rağmen paltosunun önünü yine kapatmamıştı. Sanki bahar havasında yürüyormuş gibi kırlaşmış saçlarının üstündeki yeşil keten şapkasına dolan kar tanelerine aldırmaksızın elleri ceplerinde başı dimdik yürümeye devam ediyordu. Bu sefer evine uzak, can evine yakın olan her gün önünden geçtiği ama içeriye girmeye asla cesaret edemediği o yeri tercih etmişti. Üstündeki karları temizleyip ‘Açık’ yazan cam kapıdan içeri girdi. Güler yüzlü bir kadın karşıladı onu. Evet güler yüzlüydü. O, o kadının gülen yüzüne aşinaydı. Ancak adamın yüzü kadına çok uzaktı. Adam elindeki kâğıdı kadına uzattı. Kadın hafif bir gülümsemeyle reçeteyi alıp raflara doğru ilerlerken adam utangaç bakışlarıyla kadını izlerken aslında yıllar önceki bir kadını izliyordu.
Kadın elindeki ilaçla kasanın arkasına geldi. Kutunun üzerine birkaç çizik atıp nasıl kullanacağını anlattı. Adamın kulakları kadının nameli sesine takılıyken, gözleri yine çok uzaklardaki bir kadındaydı. Aynı kadın iki farklı kişilikte karşısında duruyordu. Yine de kadını ilk defa görüyormuş gibi soğukkanlıydı. Ve yıllardır kullandığı ilaçları ilk defa kullanacakmış gibi kadını soru yağmuruna tuttu.
“Yanlışlıkla fazla doz alırsam ne yapar?”
Kadın büyük bir ciddiyetle yanıtladı.
“Böyle bir yanlışlığa düşmemenizi öneririm. Allah muhafaza ölüme kadar götürebilir.”
“Öyle demeyin hanımefendi, bazı ölümler belki hayatın yeniden başlangıcıdır.”
Gerekli gereksiz soruları ardı ardına soruyordu. Zamanın uzamasını ve o gözlerde biraz daha fazla kalmayı arzuluyordu. Sonunda kendisi için derin, kadın için bir sorudan ibaret olan sözcükleri serdi boşluğa.
“Peki bu ilaç kalp çarpıntısı da yapar mı?..”
“Çok nadir rastlanır.” dedi kadın. Adam kadının gözlerinin derinliklerine bakarak ve sözcüklerin üzerine basa basa kendisine göre sohbetine noktayı koydu. “Kalp çarpıntısı da öyledir hanımefendi.” deyip kirli tırnaklarından utanarak kadının elindeki poşeti aldı. Poşeti paltosunun cebine gizleyip eczaneden çıkmak üzereyken kadının yüzüne son kez kırık bir gülümseme yolladı.
O dik başlı biriydi tıpkı görüşlerinde de olduğu gibi. Her zaman her şey hakkında bir fikri ya da söyleyecek bir iki kelimesi olurdu. Mahallelisinden esnafına kadar herkes illallah etmişti onun bu huyundan. Esnaf kendisinden fazla konuşanı, fazla bileni sevmezdi. Onlara göre ipsiz sapsız, kaba saba, kimine göre de patavatsız ve ukalaydı. Şapkasının altında sakladığı yağlı saçları da fikirleri kadar karışıktı. Kimse onun ne anlatmak istediğini anlamaz boş boş bakardı yüzüne. Hayat pahalılığından şikâyet eden, hükümeti eleştiren, oradan buradan duyduğu yalan yanlış bilgilerle siyaset yapan, Amaan Allah devletimize zarar zeval vermesin, başkası çok mu iyi olacak, deyip ona aval aval bakan suratlara karşı bir anda parlardı. Karşısında kim olursa olsun masaya yumruğunu vurmaktan çekinmek şöyle dursun, Özgürlük diye bağıra bağıra başladığı konuşmasını “Özgürlüğün en büyük düşmanı, halinden memnun olan kölelerdir. Yani sizlersiniz.” diyerek bitirip derisi soyulmuş postallarını gıcırdatarak evine doğru yol alırken arkasından mahalleli doya doya çekiştirirdi adamı. “Allahın delisi yine neye sinirlendi kim bilir?” deyip gülüşmeye devam ederler, sabahın köründe ışıklarının hala yandığını görünce penceresinin altında fısır fısır kulaktan kulağa “Komünist bu gece de uyumamış…” diye devam ederlerdi çekiştirmelerine. Oysa onun karanlıktan korktuğunu kendisinden başka kimse bilmez.
Ağır apartman kapısını itekleyerek içeri girdi. Daha girişte soğan, sarımsak ve rutubet kokusu burnuna dolmuştu. Elektrik saatlerinin üstünde faturaların sallandığını gördü. Kendi faturasını eline alıp tutara şöyle bir göz attı. Çarpık bir gülümseme yayıldı yüzüne. Her ay aynı kullandığı elektrik tutarı katlanarak diğer ay daha da fazla geliyordu. Faturayı büzüştürüp ayağıyla bir tekme savurdu. Bozulan keyfini yerine getirmek için elini cebine sokup ıslık çalmaya başladı. Böyle zamanlarda bir şarkının melodisi yayılırdı kulaklarına. O melodiye ritim tutardı ıslıkları. Bir tek onun bildiği, bir tek onun duyduğu bir şarkıydı. Hele ki mutlu insanların hiç mi hiç duyamadığı bir şarkıydı bu…
Keyfi normale dönerken döküntülü duvarlara yaslanarak üçüncü kata çıktı. Evinin kapısını açar açmaz cebindeki poşeti salondaki dağınık sehpanın üzerine bıraktı. Ardından paltosunu çıkarıp postallarını sağa sola fütursuzca savurdu. Banyoya götürdü ayakları onu, görüntüsüyle yüzleşmesi için. Kenarı çatlamış aynada acınası gözlerle baktı yansımasına. Şapkasını kâğıttan uçak uçurur gibi havaya doğru fırlatıp yere çakışılışını izledi. Tekrar döndü aynasına doğru. Yaşından büyük yüz çizgilerine bakıp, kırışmış göz kenarlarına dokundu. Kaç yaşındaydı? Bu yüz, kaç yaşında olabilirdi? İnsanın yaşı hayata doğduğu günden itibaren mi sayılırdı yoksa hayata doyduğu günden itibaren katlanarak mı? Aynadaki yansıma neresinden baksan kırk, kırk beş yaşında gibi, içiyse yetmişini yaşıyor gibiydi. Nüfus kağıdına bakacak olursanız oradaki hesaba göre henüz otuz ikisindeydi. Kendisine bile yabanlaşmış olan yüzüne baktı tekrardan. Yine eczaneye gitti aklı. Ve yine o kadına.
“Beni tanımadı.”
Lavabonun sıcak suyunu açıp ellerini iyice köpükleyerek yıkadı. Kirli, uzun tırnaklarını kesip yavaş yavaş tıraş oldu. Sıcak suyun altına girip dünyanın kirinden de arındıktan sonra artık hazırdı beklediği büyük buluşma için.
En şık kıyafetlerini giyinip, en sevdiği parfümünü de bolca üzerine sıktı. Eline kalem ve kâğıt alıp salona geçti. Sehpanın üzerinde duran küçük kutuya uzun uzun bakıp yazmaya başladı. Son kez kendisini anlatmalıydı hatta ilk kez anlatmalıydı geride kalanlara.
“Her ne kadar mesut bir hayat yaşayamamış olsam da adım Mesut. Bazıları Komünist Mesut da der. Aslında haklılar da. Ancak o gençliğimdeydi. Kanım fıkır fıkırdı o zamanlar. Ülkem için çarpan kalbim deli deli atardı. Bir de… Bir de onun için atardı o kalp deli deli. Sonra mı? Sonrası Komünist Mesut’tan ve Âşık Mesut’tan geriye mış gibi bir Mesut kaldı. Ama mahalleli hala gece boyu yanan ışıklarımdan, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı isyanlarımdan dolayı eski Mesut zannederler. Olsun ziyanı yok. Şu an önümde eczaneden aldığım antidepresanımla baş başayım. Hayat ne garip mutluluğa gideceğim yolda bana eşlik edecek olan bu minik ve renkli tabletleri onun ellerinden aldım. Sanki bana renkli şekerlemeler hediye etmişti. Tıpkı nişanımızdaki çikolataların üzerindeki şekerlemeler gibi…O şekerlemelerin yüreğime verdiği mutluluk bir gün karşıma geçip söylediği birkaç kısa sözcükle yaşayan ölüye çevirmişti Aşık Mesut’u. Hiçbir şey olmamış gibi sanki her şey olağanmış gibi erkek kardeşimle el ele verip karşımda durmuşlardı. “Hamileyim… Beni affet.” gibilerden birkaç şey geveleyip nişan yüzüğümüzü ellerimin arasına tutuşturmuştu. Her şey bu kadardı. Her şey bu kadar basitti. Ancak o kadar basit olmamalıydı ki uzaklaşmışlardı aileden. Hem kalbimizden hem de çevremizden. Sonrasında uzaktan uzaktan izledim onu gülüşünü, yürüyüşünü ve karnını…
Annem sağken karanlık ne bilmezdim. Çünkü annem ışıkları hiç kapatmazdı. O gittikten sonra bende ışıkları hiç kapatmadım. Ancak yüreğimdeki karanlık beni korkutuyor. Bunca zaman antidepresanların sayesinde idare ediyordum. Artık edemiyorum. Annesizliğin, ihanetin, yalnızlığın ve karanlığın üstesinden gelemiyorum. Hayatın en büyük kurallarından biridir; başına gelirse gelsin devam etmek zorunda olmak. Fakat ben hayatın kurallarını değiştirecek kadar güçlü değilim ama kurallara boyun eğmeyecek kadar da güçlüyüm. Daha fazla boyun eğmeyeceğim.
Bilmem siz hiç duydunuz mu? Yalnızlığın bir şarkısı vardır. Tınısı hemencecik yerleşir kulağa. Ama sözleri için çok şey kaybetmiş olmak gerekir. Herkesin sözleri farklıdır o yüzden. Bu şarkının eşliğinde dans etmekten çok yoruldum, bitap düştüm. Dermansız kaldı bacaklarım ve fersiz kaldı gözlerim. Hiç susmayan bir şarkı ve danstı çünkü bu…
Sabah ışıklarımın yanmadığını gördüğünüzde şaşırıp “Işıkları sönmüş” diyeceksiniz. Belki beni merak edip eve girersiniz. Daha cesedim morarmadan beni bulursunuz. Bütün mahalleli yine sabah ilk beni konuşur “Komünist ölmüş.”
Sizden son bir ricam olacak. Beni ağaçların olmadığı, insanların geçmediği, güneşin görmediği yerlere gömmeyin. Çünkü ben aslında karanlıktan korkarım. Bununla birlikte yalnızlıktan da çok korkarım.”
Kendisi için son kez bir keyif sigarası yaktı. Uzun nefesler çekti içine doğru. Hayattan alamadığı zevki ve tadı son kez sigarasından alıyormuş gibi dumanları peş peşe havaya saldı. Bir sigara daha yaktı ardından. Son demlerinin tadını çıkarırcasına. Ha bir duman eksik ha bir duman fazlaydı onun için. Biten sigarasını mektubun ucunda söndürdü. Etrafı süzdü son kez. Penceresinin yanına yanaşıp elinin tersiyle sildi camdaki buğuları. Lapa lapa inen kar tanelerini izledi. Son kez büyük bir keyifle izledi bu beyaz cümbüşü. Vakit gelmiş, hava tamamen karanlığa çekilmeye başlamıştı. Sehpanın üzerindeki ilaç kutusunu açtı. Kadının eli değen o minicik iksirleri şekerleme niyetine bir avuçta midesine indirdi. Her geçen dakika daha da bir başka gülümseyiş yayılıyordu yüzüne. Hayatına son verir gibi değil olamayan düğününe gidiyormuş, hayallerindeki aileye kavuşuyormuş, çok mutluymuş gibi. Yine çalmaya başlamıştı yalnızlığın şarkısı. Bu sefer ıslıkları değil kalp çarpıntıları eşlik ediyordu. Hızlanan kalp atışlarına titremelerde eklendiğinde sendeleyerek ayağa kalktı. Tıpkı hayatı gibi salonun ışığını da söndürüp kendisini yutmaya gelen karanlığa sessizce ve kimsesizce teslim oldu.