Yazın ortasıydı, terleyip terleyip kurumaktan yüzüm bulaşık bezine dönmüştü. O da benle
aynıydı. Kim bilebilirdi ki yıllar sonra karşılaştığımızda aynı mesleği yapacağımızı. Tamam o
postanede çalışıyordu ama benden pek farkı yoktu, motorla dağıtıyordu sonuçta postaları.
Paketi vermiş apartmandan çıkıyordum, güneş gözlüğü takmış olsa tanımazdım, nerede benim
bildiğim Yusuf, nerede karşımda duran adam. Karşı komşumuzdu, çocukluğumda en sevdiğim
arkadaşımdı, bende onun için öyleydim, sınıfımızı değiştirdiklerinde ağlayarak okulu birbirine
katmıştı da oradan biliyorum. Otuz yaşındaydı o da ama ne otuz, yıllar geçmemiş, yıllar
Yusuf’a çarpmış. Yusuf’ta bana baktığında benim düşündüğüme benzer şeyler düşünüyor
olmalıydı, çünkü yüzündeki şaşkınlıkta gizlemeye çalıştığı bir hayal kırıklığı vardı. İkimizin
de saçları dökülmüştü, avurtlarımız çökmüş, güneşte motor kullanmaktan tenimiz aşınmıştı.
Ama Yusuf’un üstüne boyu uzamamış. İçimden “ulan bu çocuk on yaşındayken daha uzundu”
diye geçirdim. Dediğim gibi yalnız gözleri, bir tek yaşamın hala titreştiği o iki çukur
eskilerden tanıdığım hatıraları taşıyorlardı. Annelerimiz arkadaştı, ikimizde aynı yıl aynı
sokakta doğmuştuk. Ne zamandır tanıyorum onu bilmiyorum, emeklediğimizden beri
herhalde. Beyaz yakalı önlükleriyle okuldan dönen çocukların nereden geldiklerini
annelerimize sorduğumuz günler hafızamda hiç de buğulu değildi. Merakla beklemiştik bizim
de okula başlayacağımız günlerin gelmesini. Sabahları okula gitmeden önce koşarak bize
gelirdi, annemin hazırladığı kahvaltıya yetişmek için. Gümüşi çay kaşığı şıkırdayarak ince
belli cam bardağın içinde gezerdi. Peynirleri zeytinleri kıtlıktan çıkmış gibi mideye indirirdik,
babamın maaşının yattığı ilk hafta ise sucuklu yumurtayı. Okulu severdik ama özellikle
okuldan hemen sonrasını. Çocukluğumuzun hiç şüphesiz en sevdiğimiz bölümü çekirge
avıydı. Bahar… Dikenlerini soyup erik tadındaki gövdesini yediğimiz mor çalı çiçekleri,
sokak lambalarının altında böcekleri kovalayan bir türlü sapanla vuramadığımız yarasalar,
bahçelerden çalıp kusana kadar yediğimizden midelerimizi bozup ağlayarak tuvalete
koşmamıza sebep olan yaz meyveleri, oyunumuzun içine etmeyen akşam ezanı ve üzerimize
çöktüğünde artık bizi üşütmeyen dağın gölgesi, hepsi işte çekirge avında toplanmıştı. Eğer
hala çekirge avlayabiliyorsak yarasa vardır, kırlangıçta, tek tük ağaçlarda üzümde kalmıştır
yeni dünyada, geç gelir hala akşamlar, yeter ki çekirge avlayabiliyor olalım.
Belki de korkusundan numaramı istemedi, oysa anlatacak ne çok şey vardı.