En son ne zaman mı içten güldüm doktor bey, bu sorunun karşılığında ne umduğunuzu
anlayamadım, siz beni gerçekten anlıyor musunuz? Onu da bilemiyorum. Bakın yine yaptınız, o kafa
sallama hareketi sizde alışkanlık olmuş, her şeye hım, her şeye anladım. Aslında sizi beğendim
deneyimlisiniz belli ama benden kaçmaz, gerildiniz. Terapinin kontrolünü kaybetmek üzere
olduğunuzu düşünüyor olabilir misiniz? Benim sesim kısıldı şimdi beyninizin içinde bağıran çığırtkan
kuşun sesini duyuyorsunuz, çok iyi tanırım o kuşu. Hata yaptın, açık verdin, seni sınıyor, sakin ol,
diyor size. Sakin olun doktor bey, devam etmeyeceğim. O tuttuğunuz nefesi bırakabilirsiniz.
“Münevver hanım, cevap vermediniz…”
“Müni. Herkes bana Müni der… Evet, söylemeli miyim bilemedim, utandım biraz.”
“Rahat olun, burada profesyonel bir ortamdasınız, o yüzden ben de size adınızla hitap etmeye
devam edeceğim. ”
“Peki… En son mastürbasyon yaparken içten güldüm.”
…
Bu sefer sen cevap vermedin. Yoksa utandın mı, hani ortam profesyoneldi ne oldu?
Beklemiyordun tabi benim gibi hanım hanımcık kızdan böyle bir cevap. Kimse beklemiyordu zaten. O
günü sana nasıl anlatsam… Küvetteydim, su ne sıcak ne soğuk tam vücut ısımda. Memelerim suyun
üzerine çıktı, uçları minik kirazlar gibi. Onları öyle görmek hoşuma gitti, dokundum, sertleştiler.
Kalbim hızlı atmaya başladı, sonra ellerim gayri ihtiyari aşağıya indi, bir ileri bir geri, yavaş yavaş.
Sonunda o kadar keyif aldım ki gülmeye başladım uzun zamandır bedenim böyle bir şey yaşamamıştı.
Orgazma küçük ölüm derler, duymuş muydunuz; la petite mort…
“Yakın zamanda mı yaşadınız bunu?”
“Sayılır… Bileklerimi kesmeden hemen önce.”
“İntihara teşebbüs ettiğiniz gün.”
“Evet.”
“Mastürbasyondan zevk aldınız.”
“Evet.”
“Sonra bileklerinizi kestiniz…”
“Evet.”
Hadi adam, neden diye sor. Terapinin başından beri bu kelimeyi söylememek için kırk takla
attın. Neden kız, neden kestin bileklerini o zaman, de… Mastürbasyona devam etseydin madem,
bayılana kadar zevk üstüne zevk yaşasaydın, bir de üstüne sevgilinle yapsaydın, de. Derdin ne etrafı
kana buladın? Onu da siz bulacaksınız doktor bey.
“O anda ne düşündünüz?”
Düşüncelerin gücü adına! Şimdi kılıcımı çıkarıp kesesim geliyor seni bazen, ama her düşünce
de dile gelmez ki. Biliyorum, iyi düşün iyi olsun, bir şeyi kırk defa dersen o olur, kendi kendine telkin,
kendine kendine seks gibi, ama bazen sonuçları iyi olmuyor gördüğünüz gibi.
“Gülümsüyorsunuz, aklınızdan ne geçti?”
Gülmüyorum aslında, gülmedim hiç. Galiba öfkenin en üst seviyesi bu. Kimse işitmiyor,
kulakların duymadığı desibel gibi çok şiddetli ama sessiz. Düşüncelerimi soruyorsanız o kadar çok ki
hangi birini tutup yollayım size. Dünyayı volkanik dağlar olmadan düşünün. Dehşet verici değil mi,
tıpkı küvetteki halim gibi.
“Benim bir anda aklına geleni yapan bir yanım var doktor bey. Ergenliğimde epey bir sorun
yaşadım, daha doğrusu yaşattım, öfkelenip odamı darmadağın ediyordum ya da günlerce emek
emeğe hazırladığım ödevimi parçalıyordum. Bir yanım rahatlıyordu ama işte zararı hep bana. Bu
yanımı köreltmek için çok uğraştı annem. Gitmediğim kurs denemediğim sanatsal etkinlik kalmadı.
Müni’nin eski hali kalmadı, artık çok sakin. Duru bir göl gibi, baksan dibini görürsün derdi Annem. ”
“Göller tehlikeli sulardır Münevver Hanım.”
İşte bu! Kırk dakika boyunca senden duyduğum en güzel söz. Her seferinde bir daha
gelmeyeceğim diyorum ama bir cümlen beni yine bağlıyor. Kalan zamana sığmayacak hikâyelerin
kokusunu almış olmalısın ki son dakikaları yine önerilerle dolduruverdin. İlaçlarımı kullanmayı
aksatmayacakmışım, düzenli yürüyüşlere devam edecekmişim, olumsuz düşünceleri dağıtmak için
etrafa bakacakmışım gözümün gördüğü her şeyi incelemeliymişim, böylece geçmişten kopup ana geri
dönebilirmişim. Haftaya yine görüşecekmişiz. Kalkarken ajandanı gördüm 27 Ocak’ı kırmızı ile
çizmişsin üstüne de not; Afitap. Biliyorum o meyhaneyi. O tarihte benim de yok işim, ölmez sağ
kalırsam gelirim bende. Belki sirtaki yaparız, tabak kırarız gönüller yerine. Sen gönül kırar mısın doktor
bey, insanlık hali aslında hepimiz yaparız bunu. Sevgilimin, beni kırdıktan sonra fark etmişse şayet,
telafi mahiyetindeki jestleri beni daha çok kırardı. Mesela o gün akşam elinde pasta ile gelirdi. Murat
kestanenin her şeyini severdi. Sevmezdim ben, içinde kremaya bulanmış büyükçe kestaneleri ayıklar
dururdum. Şimdi bir pastanenin önünden geçiyorum ve onca pasta arasından hangisini
sevebileceğimi düşünüyorum. Kafa dağıtmak için etrafa bakma ben de pek işe yaramadı, nereye
baksam acı, hüzün, yalnızlık… El ele tutuşup yürüyen sevgililer de acıtıyor içimi, duvar dibine çökmüş
dilenen çocuk da. Söylesene doktor bey düzelecek miyim, sanki ruhum iki adım ötemde yürüyor
elinde bir ip bedenimi sürüklüyor.
Duraktayım. Otobüse şimdi binmeyecek olsam da alışkanlığım getiriyor beni buraya.
Otobüsler sessiz, yorgun, otomatiğe bağlanmış insanlarla dolu. Şoför mutsuz, yolcu mutsuz, hatta
giden otobüs de mutsuz… Bazen çekmiyor ne kendini ne bizi, düz yolda bir bağırıyor, küfür ediyor
sanki. Hepimiz inatla devam ediyoruz yola. Merak ediyorum bazen, böyle devam etmemizi ne
sağlıyor.
Telefonum çalıyor, hem çirkin bir melodi hem de bir titreşimle… Dördüncü kez meşgule
atıyorum. Beşe dayandı mı polisi de başlar aramaya: “Kızım açmıyor telefonu, kendisi akıl hastası,
intihara teşebbüs etmişti geçenlerde, şimdi merak ediyorum hayatından, mobeseyi açıp bir köprülere
baksanız?” Polise de işini öğretir oracıkta. Her şeyi bilmek, bu kadar akıllı olmak da zor be,
üzülüyorum bazen kadıncağıza. Ne büyük travma onun için, sen git o kadar yatırım yap, ama kusurlu
çıksın evladı. Baştan bilinmiyor işte. Yedeğini yapacaktın, hep tek bir tarafa yüklenmek de, ne bileyim
koltuk bile çöker zamanla. Onca eğitimin özenin hatırına daha vav dedirtecek bir ölüm şekli
seçebilirdim, bu yakışırdı onun kızına. Ben şimdi çıksam köprüye üç dilde küfretsem gelmişe geçmişe,
harcamış olduğun eğitim masraflarının hakkını vermiş olur muyum anne.
Yeşildi gözleri, boyu uzun, spor salonunun yolunu bilen tiplerden, parfümü saatlerce etrafa
yayılır, İngilizceyi sanki ana dili Fransızcaymış gibi konuşurdu. Bir mekâna girdiğimizde herkes ona
bakardı. Onun yanında olmak bana öyle iyi hissettirirdi ki. Böyle etkileyici bir adamı elde ettiysem,
esas güzellik bendeydi. Aferin demişti annem bana, onu tanıştırdığım ilk gece. Göz kırpmıştı. Aldığım
onca onur belgelerim bir tarafa annemin takdirini kazanmak da onun sayesindeydi.
Muratla tanışırken, ismimi duyduğundaki yüz ifadesi hala hatırımda, o ince kaşları hafif
kalkmış, ne olduğunu anlamaya çalışır gibi bir gözünü kısmıştı. O esnada ben yüz hatalarının çizgisini
takip ederken kalbim gümbür gümbürdü. Bir an ismimden nefret edecek ve arkasını dönecek sandım.
“Müni!” Dedim. “Annem beni hep Müni diye çağırır.” Hoşuna gitmişti Müni. Murat ile Müni,
yakışmıştı yanına. Murat’ın bana Müni diye hitap etmesi bir anda etrafa yayılmış ve herkes bana öyle
demeye başlamıştı.
Oysaki güzel bir anlamı vardı adımın. Aydınlanmış, bilgili kültürlü kimse demek Münevver.
Çocuk, adının anlamına göre şekil alırmış derler. Çantasından hiç kitap eksik etmeyen bense Müni’yi
seçtim. Uyku tutmayan gecelerden birinde birlikte çalıştığımız yeni şirketin Yunanlı Ceo’nun adımı,
daha doğrusu kısaltılışını duyduktan sonraki gülüşü gelmişti aklıma. O zaman da kuşku düşmüştü
içime. Aylar sonra uykusuz bir gecede yataktan kaldırıp bilgisayar başına geçirdi. Müni, Yunancada am
demekmiş. Çok üzüldüm; kendime sahiplendiğim adın anlamını öğrenince. Öfkelendim; daha önce
neden bakmadım diye. Pişman oldum; Münevver ismini sevmedim diye. Am… Bileklerimdeki ince
çizgiler yoktu henüz.
Uyumadım. Gece boyunca onu izledim; yatağımın sol tarafını işgal eden adamı. Benimdi orası
öncesinde, sağ tarafta yatıyordum son iki yıldır, bir tarafımda duvar bir tarafımda o. Üstü açık tabutta
gibiydim, bazı geceler nefes almak öyle güçtü ki. Evimin ve hayatımın üzerini ağır bir sis tabakası
kaplamış, içinden atamadığı negatif yükü bedenime gönderiyordu; kimi zaman belli belirsiz, kimi
zaman şiddetle. Gregor Samsa’lar görüyordum etrafta, irili ufaklı. Murat ben görmüyorum diyordu,
neye inanacağıma şaşırıyordum.
Onunla mutfakta karşılaştım.
“Erken hazırlamışsın kahveyi, suratın da asık.”
“Uyuyamadım.” Dedim.
“Yeni bir şey değil ki. Kilo da verdin bu ara. ”
Hazırladığım kahveyi doldurmak için pahalı termosunun kapağını özenle çevirdi. Kendisi ile
alakalı her şeye nazik davranırdı. Ben onun içinde miydim dışında mı, anlayamazdım.
“Hazırsan çıkalım Müni.”
“Müni demeni istemiyorum artık.” Birden refleks gibi ağzımdan çıkmıştı bu. “Geçen Yunanın
gülüşü…” Ufak bir şaşkınlıktan sonra düz duran dudakları hafif yukarıya doğru kıvrıldı,
“Anlamını mı öğrendin sonunda?”
Sonu şaşkınlık ve soru işareti ile biten bir çığlık attım ama duyulmadı. Öfkesini belli etmeyen
sakin bir kızdım ben.
“Ne olacak canım, kim nereden bilecek anlamını. Sen de bilmiyordun yirmi dokuz yıl, bu
lakabı takan annen de. Sen benimsin, benim münim.”
Bana doğru yürüdü, elini bacaklarımın arasına soktu, dokununca solan çiçekler gibi büzüldüm.
Vücudunun sertliği ile beni duvara yasladı.
“Biraz zamanımız var” diye fısıldadı, oysa yalnızdık evde, fısıltı zorla dansa usulden bir davetti.
Kulağıma ne kadar şanslı bir adam olduğunu söylerken de ses çıkarmadım. Çevirdim başımı, nane ile
karışık açlık kokusundan tiksindim, belli etmedim. Ben onun münisiydim.
Otobüsün kornasıyla irkildim birden, hangi ara kaldırımdan aşağıya indim. Az önce gerçekten
mutfağımda duvara yapışmış vaziyetteydim. Kolumdan tutup karşı taraftaki üç beş bank ve ortada
çiçek havuzundan ibaret küçük parka getiren biri var mıydı, hep tek başına mıydım bilemedim.
Oturduğum yerde biraz sakinleşince doktorumun tavsiyesine uydum. Tenime değen üç şey; sütyen
askısı, çorap, atkı. Duyduğum üç şey; korna, okul zili, kedi miyavlaması. Gördüğüm üç şey; ağaç, çöp
kutusu, boş reklam panosu.
Reklam panosu… Ne işe yarar reklam panosu? Hedef kitleye kolayca ulaşmaya yarar. Yol
kenarlarında olur ve çok kişi de görür. Söylenecek sözü ya da ürünü milletin gözüne iyice sokar.
Üzerinde kocaman harflerle yazılmış, buraya reklam verebilirsiniz diye. Çıkardım telefonu, önce bir öz
çekim yaptım. Olduğum gibi; kızarmış gözlerim, makyajsız halimle. Gülmeye bile zorlamadım kendimi.
“Alo ben reklam vermek istiyorum… Tabi… Evet… Size şimdi fotoğraf atacağım altına, Adım
Münevver yazacaksınız… Evet… Bir tiyatro oyununun ön reklamı… Başka panolarınız da mı var?
Nereler de? Güzel, beş panoya da aynısından. Ücreti? … Çokmuş, havale ile göndereceğim; ama
sakın adı yanlış yazmayın. Adım Münevver… Aynen böyle… Teşekkürler, thanks, merci beacoupe,
grazie…”