Bir daha beni suçlamadan önce, küçücük kalbimde hasarı boyumdan büyük imtihanları
misafir etmek zorunda kaldığımı unutmayın
lütfen. Hiç hesapta yokken ailem ve el âlem ne
der tanrısıyla savaşırken ne kadar yorgun ve yalnız
düştüğümü hatırlayın. Şu an, yirmili
yaşlarımızdayken gelecek dediğimiz
gelecekte olduğumu, hayata geç kalınmışlığın
karanlık hapishanesinden çıkmak için
çırpınışlarımı, can çekişmelerimi görmezden
gelmeyi hafife almayı bırakın artık. Çünkü bu sizin
tahmininizden çok daha ağır ve oldukça zor. Bu
saatten sonra dönüşeceğim, belki de çoktan
dönüşmüş olduğum insandan ben bile korkuyorum.
Bence siz de korkun. İşlerine gelince can
ciğer kuzu sarması olmalar, gece yatağından
kaldırılmalar, bayramı seyranı yok saymalar, bin bir
sitemler… İşlerine gelmeyince ise minnetsiz,
vefasız, burnu büyük ilan edilen ve hep arka planda olan… Derdinizi, acınızı boşaltıp
rahatladığınız bir çöplüğe dönüşen ama infilak etmesine bile izin verilmeyen anayım,
bacıyım, kardeşim, arkadaşım ben. Bir yerlerde birilerinin gönlünde, hayatında var olma
çabamı, eskiden çok sevdiklerim de olsa bıraktım artık.
O zamanlar içim çok gürültülüydü, şimdi ise dışım oldukça gürültülü. Hesabı kestim ve
attığınız taşları topladım. Taşa karşılık gül atmayı bıraktım. Zaten bunu yapmayı sizden
öğrendim. Herkes o kadar iyi oynuyordu ki rolünü, bir an zalim olanın, vefasızın, ihanet
edenin ben olduğumu sandım. Haklıymışım ya da haksızmışım zerre umurumda değil.
Kariyeriniz, etiketiniz, gelenek görenekleriniz, hepsi sizin olsun. Ben bu toplumun, ziyan
edilmiş, ömrü boyunca bir kere bile kalbinden öpülmemiş, saçı bir kere bile anası babası
tarafından okşanmamış… Sokaktaki bir kedi ya da köpek yanlışlıkla eline tenine yüzüne
dokunsa sevgi gösterse “Bu kedi beni sevdi.” diye düşünen, “Kızların ilk aşkı babasıdır.”
tezini yıkan ilk aşksız binlerce kadından biriyim. Arkadaşının anasına, bacısına, karısına,
çoluğuna çocuğuna “yan gözle bakılmaz”ın öğretildiği ve benim de doğru olduğuna inandığım
bu değerleri elinde patlayan, tacize uğrayan ve bu yıkılmışlığın altında yıllarca ezilen,
beynine yediği kurşunu ancak bu yaşlarda çıkarmaya cesaret eden, Allah’ın selamını gönül
sadakası olarak veren yüzlerce kadından biriyim. Hayat bu ya birisi çoktan öldü, diğer ikisi
için de beklemedeyim. İşyerlerinde Allah'ın bize bahşettiği hikmetinden sual olunmayan fiziki
özelliklerle kategorize edilen, amirlerinin gönlü hoş olsun diye modern kerhanelere
dönüştürülmüş, emeği ve enerjisi sömürülmüş, günü kurtarma telaşıyla güzelliği, çirkinliği,
becerisi ya da beceriksizliğiyle peşkeş çekilen, inceden inceden aşağılana, korku filmi
karakteri gibi dehşet içinde bırakılan dumura uğramış yüzlerce çalışan kadından biriyim.
Liyakatsizliğin liyakate üstün kılındığı, güzelliğin çirkinliğe kırdırıldığı, haksızın haklıya
övüldüğü; yöneticilerinin adaletini sorgulayınca iletişimsiz ve agresif ilan edilen, bir Nazi
kampına dönüşmüş ekmek teknelerimizde gitmekle kalmak arasında can çekişen yüzlerce
kadının dramını görmek ve duymak zorunda kalan öğretmenim, tekstilciyim, teknikerim,
hemşireyim. Benliğine bıçak gibi saplanan çirkin saldırıyı, gördüğü mobingi hazmetmek ile
evine ekmek götürmek arasında kalan, mental sağlığı darmadağınık olan işçiyim, memurum,
anneyim ben. Bu çağda bile iş yerinde, evinde yok sayılan, dış kapının mandalı olmaktan
kurtulamayan evin anası, kadını olmaktan hiç evin kızı olamayan; yalnız bırakılan, her şeyle
başa çıkmak zorunda kalan ve bir Seyit Onbaşı’ya dönüştürülen; İçindeki kız çocuğunu hiç
büyütememiş, dışarıdan heybetli duran ama içi yaralı binlerce kız çocuğundan, binlerce
kadından biriyim ben. Çalışırken eve geç gelmelerin sıkıntı olmadığı ama arkadaşlarınla
felekten bir gece çaldığın gün eve geç gelmenin sonucu en popüler namus senfonisinin
denemelik mahallece çalınıp söylendiği; sokakta, evde, iş yerinde darp edilmeyeceğinin,
öldürülmeyeceğinin garantisi olmayan; korkuyla dans etmeyi öğrenmek zorunda kalan sizler
gibi bir kadınım ben de. Çoğu zaman gitmekle kalmak arasında bırakılan, borç batağına
atılan kredi ve benzer dertlerle boğuşmak zorunda kalan; sevdiği adama, eşine sahip
çıkmanın, hastalıkta sağlıkta, varlıkta yoklukta beraber olmanın bedelinin çok ağır ödetildiği;
ömrünün sonuna kadar yalnız kalmaya gönüllü, aşka sevgiye küsmüş, evliliğe tövbe etmiş
birçok anayım, kardeşim, ablayım ben. At üstünde savaşa giden Hanım Hatun’dan, ticaretle
uğraşan Hz. Hatice’den, dönemin en iyi hukukçularından olan Hz. Aişe’den… “Benim elim
değil Fatma anamızın eli.” diyerek şifasından bilgeliğinden rüzgârını arkamıza aldığımız
Fatma anamızdan feyiz alırken…
Hangi ara analarımız, ninelerimiz varoluşun kaynağı olduğunu unutup erkek hegemonyasına
teslim olup bunu içselleştirdi sahi? “Ben Han isem o benim Hanım.” diyerek attan inip
kadınının ayağına giden Metehan’dan… “Cennet anaların (kadınların)ayağının altındadır.”
diyen peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa… “Medeniyet kadınların omzunda
yükselecektir.” deyip bizleri yücelten Mustafa Kemal Atatürk’e… “Kadın insan, biz
insanoğluyuz.” diyen türküleriyle büyüdüğüm üstat Neşet Ertaş… Burada adını
sayamadığım, kadını yücelten ve kendini buna adamış bütün büyüklerimi saygıyla anmak
isterim. Beni-bizi bir yılan ısırmış, zehirden kurtulmak yerine, yılana bunu hiç hak
etmediğimizi, bunun yanlış olduğunu anlatmaya çalışarak vakit kaybediyoruz. Ne diyordu
sevgili Sezen Aksu? “Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor.” Yüreklerimizi yıkayalım ve
kendimizi yeniden inşa edelim. Bu arada konumuzun yılanla bir ilgisi yok. Hatta yılanın erkek
ya da dişi olmasıyla da… İşte, evde, her yerde dişi değil kişi olarak görüldüğümüz varoluşun,
muhteşem senaryosunu tekrar yazdığımız ve hak ettiğimiz başrollerde buluşmak dileğiyle.