Saint Michel, Hrisokeras’ın kıyısında adına bir kilise yapılması için, şehrin üstatlarına verdiği emirle Megaralıların geldiği dönemlerde inşa edilen Galata’ yı da gören bir yeri işaret etti. Michel oradan ayrılıp dolaşmaya çıkınca kendini kulenin dibinde buldui. Süthaneye gönderilmek üzere sağılan koyunların, etrafa saçılmış sütlerini görünce çileden çıktı, burnunun direğini sızlatan gübrelerden birinin üzerine de basınca iyice öfkelendi ve süt güğümlerini ayağıyla devirdi. “Urbs Aetarna burası, bu rezillik de nedir böyle, kaldırın bunları buradan “dedi. “Peki kralım, hemen kaldırın bunları, kralımız emrediyor, nedir bu pislik diyerek”, etrafa emirler yağdıran dalkavuk, kraldan çok kralcı tavırlarıyla halkı bezdiriyordu. Michel, Hrisokeras’ ın kıyısına doğru ilerledi derin bir nefes alıp Urbs’un kokusunu içine çekti.
Rüstem Paşa Altın boynuzun kenarına geldi derin bir nefes aldı ve Ebedi Şehrin kokusunu içine çekti. Sinan’a seslendi. “Üstat, söyle bakalım ne zaman bitireceksin bu hanı, kurşun gibi geldi göğsüme oturdu ne bitmez bir hanmış yahu, söz verdiğimiz esnaflara her gün bir başka bahane uyduruyoruz, ha simdi bitti bitecek diye, ne dersin nedir hanın ahvali.”
“Paşam elimizden geleni yapıyoruz lakin han büyük çok esnaf başvurdu dükkan sahibi olmak için, her birinin mesleğine, zanaatına uygun olsun diye uğraşır dururuz, malum eski Saint Michel Kilisesi izlerini silmeye çalışmak da cabasıdır, ne sizi ne esnafı mağdur etmek istemeyiz”.
“Uzatma üstat, tez vakit bitir bu hanı!. Adını da bağrımıza gelip mıhlandığı için Kurşunlu Han koyasınız, kitabesini de ona göre yazdırasın” .
“Başkanım, Karaköy semti ıslah çalışmalarında Haliç kıyısına bakan Perşembe pazarındaki Kurşunlu Hanı’mız için nasıl bir iyileştirme düşünüyorsunuz” diye söz aldı bir meclis üyesi. Yıllardır mağdur edildik, bu güzelim tarihi yapının restorasyonu bu kadar zor olur mu? Tarihi değerlerimize ne zaman diğer milletler gibi önem verip koruyacağız. Bakın İtalyanlara, Yunanlılara, Roma’yı Vatikan’ı nasıl dört başı mamur, tarihine sahip çıkan bir şehir yaptılar.. Şimdi gelip kurdukları bu şehri görseler yüreklerindeki kinle hasretle buralar bizim, biz kurduk siz mahvettiniz demezler mi?.”
Michel, Yunanistan’ın Dor kentlilerinden olan Megaralı’ lığın verdiği üstünlükle, bu şehir benim edasıyla, Ayasofya’yı ziyarete gitti ve şehri kuran adını veren Konstantinos’un şehrin maketini verdiği Iustinianos’un Ayasofya’yı Hz. Meryem’e takdim ettiği tasvirin önünde durdu, Hırıstiyanlığın ilk şehri Konstantiniye’nin ve Doğu Roma’nın devamı olan bu toprakların adı artık onu kurtaran kumandan nedeniyle Byzantiondu. Hagia Sofia’dan çıkıp şehrin Akropolis’ ine doğru yürüdü birden fark ettiği şeyin ne olduğunu anlamadı, şaşkınlıkla baktı. Hipodromun kapısında Latince yazı olmadiği gibi yapının bir çoğuda gözükmüyor, yerinde daha önce hiç görmediği tüm heybetiyle bir mimari yapı duruyordu.
Rüstem Paşa Topkapı Sarayı’nın önünde durmuş Sinan’a olan kızgınlığının dinmesini beklerken Bab’üs Selam kapısına bakıyordu. Arap harfleriyle en becerikli hattatlardan, Ali Bin Yahya Sofi’nin yazdığı Kitabedeki kelime- Tevhidi söyleyerek Osmanlıca mutluluk kapısı anlamına gelen kapıdan içeri girdi. Akropolis’in kalıntıları hala orada dursa da burası Fatih’in fethettiği Osmanlının mülkü topraklardı artık.
Belediye başkanı, meclisde üyelerin sözlü uyarıları ile sıkışmış, Karaköy’deki Kurşunlu Han’ın resterasyonu için hangi firmaya ihaleyi vereceğini düşünerek, tarihi yarımadanın altını üstüne getirdikten sonra, kendini bir anda Topkapı sarayının kapısında yani Akropolis’in kalıntılarının arasında buldu.
Bu ulu ve kadim şehrin yöneticisi olmak ne onur ve gurur verici bir şeydi. Omuzlarını havaya kaldırdı, derin bir nefes aldı, ciğerlerine çekti, aynı anda ensesinde ki iki nefesi hissetti, yarı gerçek yarı hayali görüntülüydüler, irkildi, sanki tarihin sayfalarından fırlamış da çıkıp gelmişlerdi, üçü de şaşkın birbirlerine baktılar, birbirlerini tanırcasına gülümsediler, sanki aynı dili konuşandılar , selamlaştılar. Zaman tünelinde , zamansızlığın sonsuzluğundaydılar, mutluluk kapısından yaşanmışlıklarıyla içeri girdiler.
Hayali cihan perdesinde, İstanbul’u yedi tepesindeki ulularıyla koruyan üç neferdiler artık. Tarihinin her anından çıkıp gelen İstanbullulardı onlar. Megaralılar, Romalılar, Bizanslılar, Osmanlılar ve Türkler. Hep bir ağızdan bağırıyorlardı, ”SEN ÇOK YAŞA İSTANBUL”.
Ayşe Özçelikler Aydoğanlar / 09.11.2024