İyi ki bu masaya oturdum. Kapı karşımda pencereden de dışarıyı görebiliyorum. Geldiğinde aranıp durmasın. Görür görmez koşarım yanına. Allah’tan kalabalık değil. Hafta sonu kesinlikle dolup taşıyordur bu mekân…
İyi ki cumartesi olan randevuyu cuma akşamına değiştirdiğin bir mail attın. Sahi telefonlarımızı bile bilmiyoruz. Kalabalık olan bir saatte buluşsaydık, herkesin bizi izleyeceği duygusundan hareket edemeyecektim. ‘Cumartesi on sekiz randevusunu ailevi nedenlerden iptal etmem gerekiyor. Sana da uygunsa cuma aynı saatte aynı yerde’ yazan mesajını görünce bu yüzden çok sevinmiştim. Sonra da ‘ailevi’ vurgusunu yapabilmek için böyle bir değişiklik yaptığını düşünmüştüm. ‘Benim bir ailem var, evliyim çocuklarım var. Otuz senedir görmediğim ilkokul arkadaşımla buluşmaya geliyorum ama bunları hatırlamanda fayda var’ yerine yazılmış bir mesajdı sanki. Belki de ben her zamanki gibi olayları karamsarca yorumluyordum. Belki sen de onlu yaşlarımızdan kalan bu birkaç küçük anıya ara ara dönmüştün. Benim için yaş günüme getirdiğin kitabı hatırlamıştın. Okulun salıncaklarında sallandığımız teneffüsleri düşünmüştün. Belki bunlar birbirimize karşı hissettiğimiz duygulara değil de çocuk olmaya duyduğumuz özlemdi. Ne olursa olsun hayatın berbat ve zorlu günlerinde, umutsuzluklarında, yetişkinliğin acımasız anlarında sığındığım tatlı çocukluk anılarından birini bırakmıştın bana. Yıllar sonra tekrar karşılaşmamız bunun için sana bir teşekkür edebilmem demek olacaktı. Belki sen de bu buluşmaya beni kalan hayatımda sana mahcup bırakmamak için geliyordun.
Sanki etrafımızda ne kadar az insan olursa o kadar iyiydi. Belki sen de sırf bu yüzden daha sakin bir saate değişiklik yapmıştın. Gizli bir buluşma olmayacak kadar ortada bir mekânda ama tanıdık birilerinin olması ihtimalinin az olduğu bir saatte buluşacaktık. Anlamını bilemediğim bir baş başa kalma isteği bu mekânın seni beklerken daha da kalabalıklaştığı korkusuyla artıyordu. Oysa ne vardı ki? 30 senedir yüz yüze konuşmamıştık. Hatta belki aynı yerlerde bulunmuş ama farkına bile varmamıştık. Şimdi karşılıklı beş on dakika oturup çocukluk anılarımızdan bahsetmek neden beni bu kadar tedirgin ediyordu. Bu bizim kuşağa has bir sorundu galiba. Evli iki arkadaş birbirleriyle oturabiliyordu yeni nesilde, hiç de yadırganmıyordu. Yoksa bizdeki durum otuz senedir hayatımızdan çıkamamış, bir girdaba dönmüş anı kırıntılarının bile bu buluşmayı ayarlamasındaki güçten korkmamız mıydı?
Garson kız geldi, ne alacağımı sordu. Sanki her masaya her müşteriye ayrı davranıyordu. Bir arkadaşını ya da sevgilisini bekleyenlere daha sıcak ve içten, kavga eden iki sevgiliye daha resmi ve konuştuklarınız beni ilgilendirmiyor der gibi, çocuklu ailelere ise çocukların ne istediğini önemseyerek yaklaşıyordu. Ve belki bunları yıllardır yaşadığı iş kazalarının deneyimleriyle öğrenmişti. Masadaki çocuğa istediğinin bu kafede olmadığını direk söylediği anda çıkan sorundan, kavga eden iki sevgiliden üst üste iki kez sipariş almaya gidip terslenmesinden ve arkadaşını bekleyen kişinin arkadaşının gelmemesi sonucu yaşadığı yıkıntıya defalarca şahitlik etmesinden. Neden böyle düşünüyordum? Yoksa gelmeyecek miydin? ‘Arkadaşımı bekliyorum’ deyip siparişi erteleyenler arkadaşının gelmeme ihtimali olduğundan boşuna hesap ödemek istemeyenler miydi? Ben en iyisi bir filtre kahve söylemeliydim. Gelmezsen de kahve içmiş olurdum. Kahve söyledim. Garson kız elinde kâğıt tutuyordu ama buna yazmadı ve gülümseyip gitti.
Cam kenarında olsam da giriş yolunun tamamını göremiyordum. Sokağın öteki tarafından gelirsen, gelişini göremeyecektim. Bu yüzden kapının her açılışında irkiliyordum Kapının her açılışında üstüne bağlı zilden gelen çınlama acaba sen mi geldin nasıl tanıyacağım korkusuyla birleşiyordu. Çınlama sesi bir kalp kontrol cihazının uyarısı gibi tedirgin edici olmaya başlamıştı. Kahvem geldi. Garson kız kahveyi bıraktıktan sonra başımda dikelip camdan dışarı baktı. Ufak ufak atıştırmaya başlayan yağmura… Sanki o da seni bekliyordu. Belki de yağmur yağınca dışarıdan daha çok insan kafeye geliyor ve daha çok bahşiş kazanıyordu. Yağmur damlaları cama değmeye başladıkça görüntüm bulanıklaştı. Bu bulanıklık gerçeklerle anılar arasındaki buğuya benziyordu.
Beklemenin çözümün parçası olmadığını, çaresizliğin güç atfedilmiş şekli olduğunu öğrenmiş herkes kadar gergindim. Ya gelmezsen? Gelmezsen ne olacaktı? Fazla mı abartıyordum bu buluşmayı? Gelmezsen unutulduğum pek çok buluşmadan biri olarak kişisel acılar tarihime geçecektin. Anılarımda 10 yaşından sonra benimle beraber büyüyen bir hayal arkadaşı olarak. Belki sana ne fizik ne kişilik olarak hiç benzemeyen ama hep seni çağıran bir hayalle eşlemiş olarak. Seni camdan ve kapıdan gözlediğim kadar kafedeki tek tük oturanların olduğu masaları da incelemeye başladım. Kendi halindeki bu mutlu ya da yaşamayı becerebilen kadınlar ve adamların arasında sanki eğreti duruyordum. Sanki onlar bir kafenin müşterisi olmayı, biriyle buluşup burada oturmayı daha çok hak ediyorlardı. Yabancı bir ülkeye alışmaya çalışırken yaşanan bir duyguydu bu. Sanki seven sevilen ve önemsenenler ülkesinde onların konuştuğu dili öğrenirsem onlardan biri olacaktım. Mümkün müydü? Asla! Camdaki ıslanmış insan görüntüleri değişiyordu. Kapıdan içeri girenler ve çıkanlar oluyordu. Saat buluşmamızın kararlaştırıldığı anı epey geçiyordu. Belki kabullenmenin ilk aşaması olan inkâr etmekti şu an aklımdan geçen: ‘yoksa başka bir gün ya da saate mi kararlaştırmıştık?’ Yanlış mı hatırlıyordum? Çürük bir dişin ağrısının değişip değişmediğini yoklar gibi saati daha çok kontrol etmeye başladım. Kolumdaki, duvardaki ve telefondaki saati. Hepsi birbiriyle yarışıyordu.
Sahi seni görünce koşarak sarılabileceğim fikri ya da en azından ayakta hızla yanına gelerek karşılayabileceğim düşüncesi neden bu kadar anlamsız ve hatalıymış gibi gelmeye başladı? Artık gelmediğini kabulleniyorum galiba. Kahvem bitiyor. İyi ki sipariş vermişim.
Belki de herkesin bir kalp atışı sayısı olduğu gibi birbirleriyle buluşma sayıları da vardı. Belki de bizim son buluşmamız senin bana şu an adını hatırlamadığım o kitabı getirdiğin doğum günümdeydi. Çok isterdim hala kitaplığımda duruyor verdiğin şu yazarın şu kitabı demeyi. Ama yaşarken anıya dönüştüğünü hissetmeyiz ya bazen zamanın. İşte öyle bir zaman parçasıymış o kitap ve o yaş günü Kahvenin son yudumları buz gibiydi.
Beklediğimin aksine doğum gününe çok arkadaşım gelmemişti. Belki de gelmek istemişlerdi ama aileleri getirememişti. Doğum günü bizim evdeydi. Yeşil el dokunması o devasa halının zemininde, o hep mahcup ifadeni bozmadan vermiştin hediyeni. Yaş günlerindeki en duygusuz ve en etkili hediyeydi kitap ama bana verilebilecek en iyi hediyeydi. Bak hala unutmamışım. Bir de hatırladığım seni okula bırakan babanın çok yaşlı olduğuydu. Diğer çocuklar onun deden olduğunu söyler gülerlerdi. Ama bak o yaşlı baba seni arkadaşının doğum gününe getirmişti. O dönemler sınıfsal(ekonomik) olarak bizden epey üstte olduğunu hissettiğim birkaç arkadaşımın doğum günü partileri ne kadar da canlı geçmişti. Hatta birisinde doğum günü çocuğunun annesi ‘bakin çocuklar bu kurabiyelerin tarifini Mövenpick bunları da Swiss otellerin aşçılarından aldım’ demişti. Sosyeteydiler evet. Doğum günleri dolu doluydu. Otuz sene önce sen gelmiştin ama şimdi sen de gelmiyordun.
Yoksa şimdi de gelmiştin ama birbirimizi mi bulamamıştık? Nasıl tanırdım ki seni ya da sen beni nasıl tanırdın? Eminim kafanda yarattığın büyüttüğün bir ilkokul arkadaşı vardı. Ellerimi salıncağı sallarken saçlarımı elimle düzeltirken koşarken top oynarken izlediğin biriktirdiğin görüntülerimi birleştirdiğin. Ama mümkün müydü beni tanıman. O yakışıklı çocuk, çirkin-kel-kart-şişko bir adam olmuştu. Bazen annemin bile beni zor tanıdığı. Keşke malileşirken telefonları da alsaydık. Bu buluşma ihtimalinin azalması için bir çözüm müydü? Yok ama böyle yapacağını sanmam. İkimiz de şaşırmıştık, firma maillerinde birbirimize denk gelince ve telefonların olması çok fazla özel hayattı. Oysa bizim derdimiz. 30 sene önceki ilkokul arkadaşımıza bir bakıp çıkmaktı. Beraber yola çıktığımız insanlara da hayat aynı şekilde adaletsiz ve hoyratça davranmış mı, bundan emin olmak, bu talihsizliğin sadece bizim bedbahtlığımız olmadığına emin olmaktı. Yıllardır görüşülmeyen arkadaşlarla buluşmanın amacı hep buydu.
Gelmemiştin yavaşça kalktım. Garson kıza doğru bakıp hesabı ödemek için kasaya geçiyorum. Kız anlıyor. Onlar biliyorlar. Arkadaşını beklediğini söyleyip sipariş vermeyenlerle, arkadaşını beklediğini söylemek istemeyip sipariş verenleri. Yani gelmediğini benden başka biri daha biliyor.