Zamanın değiştiremediği şeylerden biriydi Canan’ın geçmişe olan özlemi. Dinmiyordu hasreti, her geçen gün yüreğinde derinleşiyordu adeta. Çok sevdiği, en güzel günlerinin geçtiği o evden taşınmak zorunda kaldıklarında on iki yaşındaydı. Ayrılık erken öğrendiği bir şeydi. Annesiyle babasının boşanması çok sevdiği odasından, okulundan ve arkadaşlarından ayırmıştı onu. ‘Gelirsin sık sık’ dedi babası ‘üzülme, ben hep burada olacağım, üstelik nerde olursan ol seni hiç bırakmam.’ Avutmamıştı bu sözler Canan’ı, eskisi gibi olmayacaktı artık hiçbir şey, biliyordu küçük yüreği. Üzgündü, hüzünlüydü. Yaşamındaki bütün güzellikleri bu sokakta bırakarak tuttu annesinin elini. Başka bir şehir, başka bir hayat vardı artık önünde. Arkasına dönüp baktı defalarca, gitmeyi hiç istemiyordu, Onur’u da göremeyecekti bir daha. Yaşlı gözlerle uzaklaşırken ‘eve ne zaman döneriz?’ diye mırıldandı usulca annesine bakarak. Yağmur yağıyordu, annesi daha sıkı tuttu elinden. Canan’ı hiç duymuyordu.
İki ay sonra babası görmeye geldi Canan’ı. Parka gittiler yürüyerek, sonra birbirlerine olan özlemi anlattılar arada hüzünlenerek. Uzun bir konuşma yapmaya hazırlandı babası, artık o evde kalmadığını hatta şimdi başkalarının yaşadığını, kendisinin de oraya bir daha gitmeyeceğini söyledi. Çok üzüldü Canan. İçinde gizlice tutunduğu ne varsa koptuğunu hissetti, koca bir boşluk kalmıştı geriye. ‘Peki seni ne zaman göreceğim bir daha?’ diye sordu. Uzaklara gidiyorum diyemedi babası, ‘yakında’ dedi usulca gözlerini kaçırarak, ikisi de biliyordu bunun yalan olduğunu, sustular…
Büyüyordu Canan, zaman geçiyordu. Sessizdi hep, hüzünlü ve eksik. Güvensiz ve kırılgan… Birkaç kez telefonla görüştü babasıyla yıllar içinde. Kızmıyordu artık kimseye, geçmişti işte, ne önemi vardı biten şeylerin. ‘Affetmeyi öğren’ demişti Psikologu terapilerde, ‘kimse için değil, kendin için, yoksa anılar bırakmaz peşini.’ Özlüyordu sadece mutluluğu, geçmeyen tek şey buydu, zaman uzadıkça özlem büyüyordu. Şimdi evinin arka bahçeye bakan penceresinde rengarenk çiçeklerine dalarken bir kez daha terk edilmenin tanıdık hissiyle aktı göz yaşları. Odasına gitti, hazırlamış olduğu kolilere sevdiği adamın eşyalarını yerleştirmeye başladı. Hayatında en güvendiği iki adam ne kadar da benziyordu birbirine. Yine yarı yolda bırakılmıştı. Aynaya baktı, siyah gözleri ağlamaktan kızarmış, sanki yanakları iki günde çökmüştü. Dalgalı uzun saçlarını toplayarak yere oturdu. Ağladı, çocukluğunda yaptığı gibi kendini suçladı. ‘Sevilmeyecek bir insan mıyım?’ diye düşündü, üstelik bu kez teselli edecek bir annesi de yoktu yanında.
Sinan’ın almış olduğu hediyeleri çöp torbasına doldurdu. Hiçbir şeyi kalmasın istiyordu, hayatında hiç olmamış gibi silinsin gitsin, bütün fotoğraflar, bütün anılar yansın. Saatler geçti, eline aldığı her bir eşyaya yüklediği anıları hatırladı, her defasında ağladı. Öyle bir şeydi ki bu, çocukluğunun yarasıyla çığ gibi büyüyordu. İyileştiği sandığı kırıkları içine içine kanıyordu. Ne çok sevmişti oysa, ‘ben vazgeçerim Sinan asla’ derdi, kendinden daha çok güvenirdi ona. Bir gün karşısına geçip de ‘yürümüyor bu ilişki’ diyebilecek olmasını düşünemezdi bile. Geçmişle de savaşıyordu bir yandan anılarını toplarken. Sinan’ı hatırlatacak en ufak şey kalmasın isterken, babasına çok benzeyen kendi yüzüne daldı, annesinin nasıl sevgiyle bakabildiğini düşündü. Aldatılan annesinin kederini de yüklendi omuzlarına bir kez daha.
Gece uyuya kaldığı kanepenin üzerinden sıçrayarak uyandı. Kalktı yerinden, mutfağa gitti bütün ışıkları yakarak, şekersiz bir kahve yaptı kendine. Yağmur başlamıştı, gecenin sessizliğini bozuyordu pencereye çarpan damlalar. Hırkasını aldı üzerine, içinde tarifsiz duygular, yağmur hep böyle hüzünlü yağardı zaten. Çocukluğunu hatırlatırdı, evinin bulunduğu sokağın son görüntüsü yağmurluydu hafızasında. Bunca yıl neden hiç gitmediğini düşündü, çocukluk arkadaşlarını neden aramadığını. Belki de vakit şimdidir diye fısıldadı kendine. İçinde çocukluğundan hatırladığı mutluluk belirdi, ait olduğu yere kavuşacak olmanın huzurunu hissetti birden. O duyguya sıkıca tutundu. Arkasına bile bakmadan, koca bir gülümsemeyle uzaklaştı yalnızlığından. ‘Evet’ dedi, ‘eve dönüyorum.’
Ne çok şey değişmişti. Ama tuhaf olan yabancılık hissetmiyor olmasıydı. İzmir eviydi onun. Binalar yükselmiş, yenilenmiş, eski haline hiç benzemiyordu evler. Ağaçlar eksilmiş. Taksiden indi sokağın başında. ‘Nuri amcanın bakkalı da yok’ dedi içinden hüzünle. Üç katlı eski bir binanın önünde durdu. Sağa sola bakındı bir süre. ‘Birini mi aradınız?’ diyen sese doğru kafasını kaldırdı bir an umutsuzca, yine de gülümsedi, ‘Emel’ dedi, duraksadı bir an, ‘Emel Vardar, burada mı oturuyor?’ ‘Bir Emel var ama soyadı Vardar değil bildiğim kadarıyla’ dedi kadın. Başını öne eğdi Canan, teşekkür etti, birkaç adım attı ki ‘evlenmiştir belki’ diye düşündü. Nerede olduğunu sordu, yan binanın üçüncü katında oturduğunu öğrendi. Kapıyı çaldı heyecanla ama açan olmadı, merdivenden inen bir adam evde olmadıklarını söyledi, memleketlerine gitmişler bir süre. Teşekkür etti Canan, oturdu merdivene, ağlamaklı oldu. Ama içinde bir huzur vardı ve uzun zamandır hissetmemişti bu duyguyu, ‘ben buraya aitim’ dedi usulca, ‘burası, bu sokak, bu cadde, bu şehir benim evim, çocukluğum.’ Dışarı çıktı, caddeye doğru yürüdü, yolun karşısındaki kafeye girdi. Çok yorulmuştu ‘bir su alabilir miyim’ diyerek oturdu bir masaya. ‘Canan’ diye kısık bir ses duydu. Sol tarafa çevirdi kafasını, bu gözler ne kadar da tanıdıktı. ‘Sen misin gerçekten?’ dedi o ses. Canan geçmişine ait birini bulmanın sevinciyle kalktı yerinden ‘benim Onur’ dedi hasretle. Çocukluğunu bulmuş gibi sarıldı, onca yıl hiç geçmemiş gibi, sanki daha dün gitmiş gibi ama yılların hasretiyle sarıldı.
Uzun uzun konuştular, bunca yıl nerelerdeydin, neden aramadın, neden gelmedin, neler yaptın soruları birbirini kovaladı. Anlatılacak ne çok şey vardı şimdi. Ara ara sarılıp, elini tutuyorlardı birbirlerinin, biriken keşkeler karışıyordu sevinçlerine. Gözleri doluyordu Canan’ın anlatırken, Onur da hüzünleniyordu o konuşurken. ‘Dönersin diye çok bekledim’ dedi, ‘en azından baban buradaydı ve sen gelirsin diye bekledim, birkaç ay sonra baban da gelmedi bir daha, öyle işte’ dedi iç çekerek.
Emel’i sordu Canan, evlenmiş, eşi öğretmenmiş, tayini çıkınca gitmişler, bir kızı olmuş, ‘ara sıra annesine gelir tatillerde, karşılaşırız, seni sormaktan hiç vazgeçmedi.’ Onur’a baktı Canan, nasıl oluyor da bunca zaman görmediğim bir insan aslında yabancıyken bu kadar bana ait oluyor diye düşündü içinden, gülümsedi. Sinan’ı anlattı sonra karmaşık duygularla, nefret mi sevgi mi, kırgınlık mı bilmiyordu, hepsi birbirine karışmıştı duyguların. Ama ne önemi vardı artık onun, sanki yıllardır başkasının hayatını yaşamış gibi hissediyordu şu an. Oysa asıl hayatına şimdi kavuşmuşçasına mutluydu. Bu aidiyet duygusu on iki yaşına götürüyordu onu. Derin bir nefes aldı ‘burada olmak çok güzel’ dedi gülümseyerek. Onur anlattı kendini, nişanlısını, nasıl tanıştıklarını. O anlatırken Canan düşünüyordu, ‘hiç gitmeseydim hayatım nasıl olurdu?’ Sanki hayatı çalınmış gibi bir duygu çöktü yüreğine. Ama Sinan’la da mutlu olmuştu, çok sevmişti, hayatında en çok ona güvenmişti. Bu kadar çabuk unutulur muydu bir insan? Daha dün onun için ağlamıyor muydu, zaten bunca yıl sonra buralara gelmesine Sinan sebep değil miydi bir yerde? Başı dönüyordu, içindeki duygu yoğunluğu, kafasında dönüp duran sorular yormuştu Canan’ı. Zihni ayrı, kalbi ayrı bir savaş veriyordu şimdi.
‘Kalacak yerin var mı?’ diye sordu Onur. ‘Yok’ dedi Canan, ‘bir otele giderim.’ ‘Olur mu hiç öyle şey, çocukluk arkadaşım gelmiş yıllar sonra, bırakır mıyım, hem daha konuşacak çok şey var’ dedi. Hadi kalk bize gidiyoruz diye evine götürdü. ‘Sen dinlen, kafeyi birkaç saat sonra kapatır gelirim, hatta erken kapatırım bugün’ dedi gülümseyerek. Anahtarı kapıya taktı, ‘korkma kimse gelmez ama sen yine de kilitle’ dedi çıkarken. Canan salondaki koltuğa oturdu bir süre, evin her yerinde bulunan fotoğraflara takıldı gözleri ‘dondurulmuş anılar’ dedi kısık bir sesle. Uzandı koltuğa kenardaki battaniyeyi üzerine çekerek. Şu üç gündür yaşadıklarını düşündü, hayat bir anda nasıl da değişiyordu, göz kapakları ağırlaştı usulca. Yastığa başını koyarken Canan, içindeki huzurun tarifi imkansızdı. Kendini bulmuştu adeta, ilk kez bir yere ait hissediyordu yıllar sonra. Ertesi gün şehir turuna çıktılar birlikte, okuluna gitti önce. Özlediği neresi varsa, ben geldim buradayım dercesine dolaştılar semtleri. Lise çağındaki gençler gibi şen, dünya umurunda değilmiş gibi aşık hissediyordu kendini Canan. Çocukluk aşkı depreşmişti yeniden ve hayatında zaten olması gereken buymuş gibi yaşamaya başladı anları. Sorgulamadan, düşünmeden yarını. Fazla uzun sürmedi bu mutluluğu. Onur nişanlısıyla Canan’ı tanıştırırken, kız kardeşim gibi demişti. Bir anda gerçekler tokat gibi çarptı yüzüne. Karmakarışık olmuştu Canan. Yolunu kaybetmiş olduğunu hissetti. Onur’a duyduğu aşk değil, çocukluğuna özlemdi o da biliyordu. Kayboluyordu hayatın içinde. Tutunacak bir şeyi kalmamış gibiydi. O gün parkta babasıyla konuştuktan sonra da aynı böyle hissetmişti. Koca bir boşluk!
Yalnız kalmak için parka yürüyüşe çıktı. Parçalanmış bir ailede çocuklar böyle köksüz olurdu! Biten ilişkide çocuklar neden terk edilirdi? Susturamadığı zihni içinde ki düşman gibiydi adeta. Ağlayarak sakinleşmeye çalıştı bir süre. Telefonu çaldı o anda. Sinan arıyordu. Tereddüt etti ama açtı telefonu.
‘Neredesin Allah aşkına günlerdir arıyorum evde de yoksun.’
‘Neden arıyorsun ki, terk ettin ya sen beni!’
‘Bir şey oldu sandım çok korktum Canan.’
‘Komik olma Sinan, kendime bir şey yapacak değilim.’
‘Lütfen gel konuşalım, beni yanlış anladın… Çok özledim.’
Sustu Canan, Sinan’ı sevdiğini o an anladı. Sanki bütün soruları cevap bulmuş gibi rahatlık çöktü içine. Altı yıldır birliktelerdi ve geçmiş yalnızca anılardan ibaretti. Çok kırılmış, yalnız hissetmişti. En mutlu olduğu yere dönmek istemişti sadece. Kendini en güvenli hissettiği yere kaçmıştı. Çünkü en son orada anne ve babasıyla bir aradaydı. O da her babasız kadın gibi, yaralı ve eksikti sadece. Yanıldığını anladı Canan. Onur en sevdiği çocukluk arkadaşıydı. Sinan’ı affetmeye çoktan hazırdı.